İlham İnan Dündar
‘Proceedings of the Royal Society B.’de yayımlanan rapora göre; araştırmacılar bir insanın ortalama 5 bin yüzü tanıyabildiğini belirtiyorlar. (Dila Balcı KURIOUS Ekim 2018) Peki ya yapı hafızamız?
Akranım olanların hemen hepsi; 34 yıl önce Galeria’nın açılışını, giriş kapısında ve otoparkta oluşan, hatta aylarca nerede ise klasik görüntü veren kuyruklanmaları hatırlarlar… 1987’lerden bugünlere alışveriş merkezleri, mimari ve işlevsel nitelikleri yönünden çok geliştiler. Bu hızlı süreç içerisinde, ne yazık ki, mimari tasarımlarda, tabii fazlası ile AVM yatırımcılarının da baskıları sonucu, şehir mimarisinde ve o bölgede yaşayanlar için alışveriş merkezlerinin ‘hatırlanabilir yapı, tarihsel yapı, anıt yapı olma özelliklerine ve veya ‘iyi, güzel, efsane, muhteşem’ yapı tanımlamalarına sahiplenme şansını yakalayamadık.
Yüzlerce alışveriş merkezlerimizden, sadece bir elin parmakları sayısı kadarı, inşa edildikleri şehirlerin ikonik yapıları haline geldiler. Yapıldıkları dönemlerde kent mimarisinde yer bulan büyük hacimli, dev kutular, zaman içerisinde insan hafızasında, bütün olarak hatırlanamaz oluyorlar…
AVM’lerin açılış dönemlerinin heyecanını paylaşan ziyaretçiler için; hafızalarında kalan kalıntıların, birçoğu alışveriş deneyimlerine dayalı, bölük pörçük anılardır. Bu sebeple olabilir ki, nesiller değiştikçe, sosyalleşme mekanı olan dev kutuların ziyaret edilme sayıları düşüyor, mekanda yaşanılanların paylaşım sıklıkları azalıyor ve çoğunluk tarafından unutuluyorlar… Diğer bir önemli sebep de, hızla değişen kent mimarisi içerisinde, zamanının hacimli, şaşalı kutuları; etraflarını saran yeni dev ve yüksek kutular arasında kaybolup gidiyorlar. Üstelik yeni nesillere aktarılan hatıraları bile olmadan…
Şarkı hep gerçeği haykırıyordu; ‘There are places I remember all my life / Though some have changed / Some forever, not for better / Some have gone and some remain / All these places have their moments / Of lovers and friends I still can recall / Some are dead and some are living / In my life I loved them all ( In My Life 1965 Beatles / John Lennon)
Hafızalarımızda Galeria’dan geriye kalan, içerisinde ışıkların yanıp söndüğü, heyecanla bir makinadan diğer makineye koşuşturduğumuz ‘Famecity’ ve kendimizi Şanzelize caddesinde dolaşıyor gibi hissettiren ‘Printemps’… Bugünkü, genç kuşağın hiç tanımadıkları bu markaların yerine ileri yaşlarında geriye kalacaklar ise markalarını bile zor anımsayacakları fakat şimdilerde tıka basa doldurdukları restoranlar olacak. Ama ne bizler ne onlar Galeria AVM’nin yapısını bir bütün kutu olarak gözümüzde hiç canlandıramayacağız.
Döneminde yine İstanbul’un sembolik yapısı olan Akmerkez’i, bizler hafızalarımızda görkemli bir bina olarak bulundursak da sonraki nesiller, etrafında yükselen gökdelenler arasında, hafızalarında pek ayrı bir yere konumlandıramayacaklar. Akmerkez’in bizler için unutulmaz imzaları olan sanatsal etkinliklere yaptığı ev sahiplikleri, hepimizi gururlandıran ülkemize kazandırdığı ilk uluslararası ödül, uluslararası markaları bizlerle ilk karşılaştırması gibi anılar gelecek nesillere ifadeler bırakmadan, unutulup gidecek. Çünkü hafızanın en temel iki ögesi: Hatırlamak ve unutmaktır.
Hafızalarımızın nasıl bir sistemle çalıştığı henüz bilinmiyor. Onca anımız nerede depolanıyor? Nasıl saklanıyor? Ne kadar tam saklanıyor? Hepsi soru işareti, topu topu bildiğimiz, sadece moleküllerin anılara dönüştüğüdür. Algı, ‘duyu verilerinin zihinde örgütleyip, yorumlayarak çevredeki nesne ve olaylara anlam verme süreci olarak’, tanımlanıyor. Algı ve hafızanın bire bir olan ilişkisi ise zaman ve mekana bağlıdır. Belleğimizde çağırdığımız her şey bir zaman diliminde ve bir mekanda gerçekleşir. Bir yaşanmışlığı, tam olarak nasıl yaşadığımız hatırlayamayız. Bize hatırlamakta yol gösteren deneyimlediğimiz algılar ve bilişsel farklılıklardır. Mekan ve zaman, saklı hatıralarımıza hafızamızda ‘gel bakalım’ dediğimizde tekrar, doğru olarak, yaşanmışlığın duygularını detaylı yaşatarak gelmeleri açısından, ayrılmaz ikilidir. Belleğimiz depo alanında, önce yeri yani mekanı arar. İşte bu nedenledir ki, alışveriş merkezlerinin daha uzun yaşam süresi, ziyaretçi sadakati ve devamlılığını sağlaması için ziyaretçilerin ve kentin paylaşımcılarının hafızalarında ‘iyi bir video kaydı’ yaptırabilmiş olmaları gerekir. Projelerin, gerçek mimari başarısıdır.
Belleğimize beş duyudan en fazla veri aktarımını yapan ise tabii ki, görme duyumuzdur. Yapıların cephe tasarımları ise insanların onlarla ilk karşılaştıkları yerdir, andır ve hafızadaki ilk kaydıdır. Cephe, alışveriş merkezleri içinde görsel tasarımın dışarıya yansıyan yüzüdür. Aslında içerisindeki zenginliği anlatmanın yoludur. Ne yazık ki, bizler o zenginliği dışarı yansıtmanın yolunu marka tabelalarının bina cephelerine asılması ile yeterli olur sandık. Nerede ise tüm alışveriş merkezlerinin duvarlarını birbirinin kopyası şeklinde ‘marka logoları’ ile doldurduk. Marka yığını cephelerden hafızalarınızda hiç iz bırakanı var mı, bilmiyorum? Bünyelerinde barındırdıkları markalar, zamana yenik düşerek, değişimler göstereceklerdir. Aynı dönemi yaşayan nesilin temsilcisi bireyler bile, ‘hangi koridorda hangi marka vardı? “Eskiden burada hangisi vardı” hatırlamakta zorlanacaklar. Alışveriş merkezlerinin hafızalarda yer etmesi için hem dıştan içe hem de içten dışa anlamlı olması gerekir. İçindekiler çok benzeş olacağı için kent ve insan hafızasında unutulmaz kılacak olan alışveriş merkezlerinin cepheleridir, yani yüzleridir… Yüzsüz alışveriş merkezlerinin yaşam süreleri; biz insanların yaşlanma sürelerinden daha uzun olmayacaktır.
Modern yaşam; araştırıcı, geliştirici, yaratıcı olduğu kadar, yıkıcıdır. Modernizm kaplamaya başladığı andan itibaren, eskiye dair ne var ise, hepsi yıkılmaya, kaybolmaya veya bir yerlere hapsedilmeye mahkumdur. Kültürel mekan özelliği kazandırılmamış veya çakma kültürel özelliklerle süslenmiş her modern yapı, hemen yanı başına yapılacak bir başka yeni modern akımın yapısı ile değerini, bilinirliğini kaybedecektir. Alışveriş merkezlerinin yapı olarak kalıcı anıtsal, kültürel , tarihsel değer olma, çıkmazı burada kilitleniyor.
‘Sanki hizmet dışı kalmış ormanın insanlık dışı boşluğunu haykırıyor, hafızanın resimlerini gerçekte aramanın çelişkisini ve bu resimlerin duyularla algılanmayışlarından, hafızanın kendisinden kaynaklanan büyüden daima yoksun kalacaklarını, daha iyi anlamamı sağlıyorlardı.
Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değiller sadece. O zamanki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de… (Marcel Proust, Swann’s Way)
Değer kavramının bile değerini yitirdiği günümüzde; yapay malzemeler bizleri doğaldan, yüzyıllarca beslenerek gelişmiş kültürlerimizden kopardı. Doğal ürünlerden kopyalanmış, taklit edilmiş ürünler, görsel olarak baktığımızda bizi tatmin etse de çoğu zaman ‘dokunsal algıyı’ tamamlamadığı için, bizlere sahici gelmemektedir, o hissiyatı vermemektedir. Var olma kodlarımızla tanımlayamadığımız bu yapaylık; hafızalarımızda da kesinlikle saklanmaya değer bulunmayacaktır. İnşaat ve yapı malzemeleri teknolojileri geliştikçe binaların dış kabukları birbirine benzeyen hatta aynı olan yüzlere döndü. Hani tüm Uzakdoğuluları birbirinin aynısı sandığımız gibi… Cam giydirme cephelerle donatılı binaların hepsi; açıkçası sanki hepsi aynı imiş, hissi uyandırıyor… Metal, beton, cam yığını kabuklar, mekan belleğimizde yer bulamadığı için oralarla ilgili hatıralarımız, çağrıldıklarında gelmiyorlar; ya silinmiş oluyorlar, yada bölük pörçük başka yaşanmışlıklarla karışıyorlar. Ruh bilimcilerinin bir iddiası da; aşağıdan baktığınızda tepesini göremediğimiz binalarında huzursuzluk ve stres kaynağı olduğudur. Hele hele hepsi yan yana dikilmişler ise… Peki gökdelenlerin altında ezilen alışveriş merkezlerinden insanların belleklerinde ne izler kalacaktır? Ruhları nasıl etkilenecektir?
Davranış bilimleri araştırmacılarına göre tasarımı güzel olan binalar insanların psikolojisini olumlu etkilemektedir. Güzel olarak tanımladığımız bir şeyi görmek haz duymamıza neden olmaktadır. Zevk duygusu bir oksitosin, endorfin ve DHEA’nın beynimizde salınmasının sonucudur. Güzellikler, keyif ve zevk alma duygusunu hissettiren nörokimyasalların (ruh halimizi belirleyen kimyasallar) salınmasını sağlamaktadırlar. Bu nedenle insan, en keyifli ve en az stresli hissettikleri yapı ortamlarını aramaktadır. İyi bir mimari tasarım, etkisinin çoğunu, doğanın örüntülerinde bulur. Bazı yapıları güzel olarak algılamamızın temel nedenlerinden biri, beynimizin onlardan aldığı ‘duyusal bilgileri’ işlemesi ve bunu daha önce doğada ‘evrimsel olarak’ faydalı olduğu kanıtlanmış kalıplarla ilişkilendirmesidir.
Bizdeki tanımlaması ile biyofilik tasarım (Biophilic Design) için araştırmacıların öngörüsü stresi azalttığı, sağlığımıza iyi geldiği, şeklindedir. Biyofili, insanın doğayla doğuştan gelen biyolojik bağlantısıdır. Derinlerde bir yerde, doğayla bağlantının önemli olduğunu biliyoruz. Doğayla görsel bağlantılardan kaynaklanan stres iyileşmesinin, kan basıncının ve kalp atış hızının düşmesiyle gerçekleştiği bulgularını sunuyor bilim insanları. Hem gerçek doğayı deneyimleme hem de doğa görüntülerini görme ile ilgili stresin azaldığına dair kanıtlar da var. Projelerde ‘Suyun Varlığı’ modeli, su elementleri içeren ortamlara yönelik görsel tercih ve olumlu duygusal tepkiler üzerine yapılan araştırmalardan gelişmiştir. Beynimiz doğayla görsel benzerlikleri tanır. Doğal tasarımın faydalı etkisi unsurlar, insanda gelişmiş bir psikolojik esenlik duygusundan daha derinlere iner.
İnsan ilişkilerinde çok önemli yeri olmasına rağmen; hiçbir alışveriş merkezi kutusunda ‘komşuluk ilişkilerine’ mimarlar ve yatırımcılar yer vermediler. Kültürümüzde çok önemli yeri olan ‘komşuluk’ unsurunu dikkate almadan; gayretimiz, birbirini tanımayan insanları birbirlerine değmeden dolaşacakları mekanlara hapsetmek oldu. AVM’lerin ilk örneklerinde önemsediğimiz atrium genişlikleri gittikçe ufaldı ve kültürümüzün esas sosyalleşme alanı ‘avlu’ kavramı yok edildi. Zannettik ki, restoranların önündeki oturma alanları ticari görünümleri ile kültürümüzdeki ‘avlu’ içtenliğini, ziyaretçi psikolojisinde tamamlayacak.
Alışveriş merkezinin bulunduğu bölgenin iklim koşullarına, kültürel geçmişine uygun, sokak dokusunu da alışveriş merkezlerine taşıyamadık. Kültürel verileri dikkate almayınca, görkemli binalarımız işlevselliklerini kaybetmeye mahkûm oldular. Oysa gönül isterdi ki, bu yapılarımızın birer hikayeleri olsun, gelecek nesillere anlatılacak efsaneleri olsun, insanlar yol tariflerine oradan başlasın. Yüzsüz, kişiliksiz yapılar için şimdi başka başka nirengi noktalarını tarif için kullanmak zorunda kalıyoruz. Eskiden ‘Profilo’dan aşağı yürü görürsün’ derken; bugün ‘Oya sokaktan gir, dümdüz yürü ileride Profilo yazacak, oradan aşağı yürü diyoruz… Çünkü biz akranların hafızasında sadece Profilo’nun o şirin vinyeti kaldı…
Alışveriş merkezi yatırımcıları, büyük kutuları çeviren duvarların arkasında kalanlara, iç yapıya daha fazla odaklanıyorlar. Yapı ve varoluş amaçları ticaret olduğu için odak noktasının ‘ziyaretçi deneyimi’ olması çok normal. Krizler, pandemi, afetler derken iyice bunalan yatırımcılar, geliştiriciler, kiralamacılar gözlemliyoruz ki, şu aralar hepsi, çok sayıda özel mutfağa sahip restoranları, mağaza karmalarına katabildikleri lüks butik mağazaları, alışveriş merkezlerine kondurmaya çalışıyorlar. Toplumsal, sosyal, sürdürülebilir çevre, kültürel, özgün olma ve benzeri öncelikli katkılar, projelerde pek yer bulmuyor. Farklılık yaratacak dinlenme, sosyalleşme alanları için ise yine birkaç popüler olan AVM hariç, o deneyimleme alanları da büyük kutuların cepheleri gibi taklit uygulamalar yerleştiriyorlar. Tabiri caizse, var mı? Var. Bazen düşünmüyor değilim. Alışveriş merkezleri, yatırımcılar, geliştiriciler için insan ömrü ile mi sınırlı kalacak?.
‘Bekar insana boşanmak kolay’ derler mi desek? Yoksa ‘zenginin malı, züğürdün çenesini mi yorar’ desek… Bilemedim ama sitemim; ülkede yüzlerce alışveriş merkezimiz var, ama hiçbir tanesini görsel veya mimari ‘muhteşemliğinden’ ötürü, anıtsal yapı özelliği ve tasarımı ile yeterli çekim gücü katkısı sağlayamıyor. Keşke, bütçe kaygısından uzaklaşıp efsane mimar Zaha Hadid (1950 – 2016) hanımefendinin akla ve fiziğe meydan okuyan cephe tasarımlı bir alışveriş merkezi projesini herhangi bir yatırımcımız zamanında kazandırabilseydi. Hatta daha da ötesi Belçikalı Ekolojik Mimar Vincent Callebaut beyefendinin fütüristik, sürdürülebilirlik esaslı ‘Wooden Orchids’ benzeri bir tasarımını bu topraklarda gerçekleştirsek… Keşke, tasarımı, geometrisi, desen ve materyalizasyon yoluyla ‘eski Şanghay’ unsurlarını çağdaş kentsel deneyimle birleştiren ‘Lane 189’ gibi kültürel bir destinasyon hissi veren yapı yükselse…
Korktuğum olmadı; İnternet, alışveriş merkezlerini pandemiye rağmen, çok şükür yoğun bakıma sokamadı… Halen, offline alışverişin, sağlıklı ve güçlü olduğunun kanıtlarından biri de dünya çapında inşa edilen yeni karma alışveriş ve yaşam merkezi projelerinin devam ediyor olması. Bu yeni alışveriş merkezleri ziyaretçilerine geleneksel alışveriş merkezlerinden farklı olarak daha çok şehir meydanları gibi hissettiriyor. Hem de nasıl hissettirmek; kelimenin tam manası ile, ‘perakende terapisi’. Pandemi dönemi sonrası alışveriş merkezi yatırımcıları ‘online’ savaşlarından daha çok değişim gösteren ‘ziyaretçi ve tüketici davranışlarını’ iyi analiz etmeliler. Mevcut alışveriş merkezlerinin insanlığın bu yeni ruh haline göre renovasyon geçirmeleri ve kendilerini bu yönde yenilemeleri, farklılaştırmaları gerekiyor.
Nakheel’in 20 metreden, doğal ortam olgusu ile birleştirmeden, düşen şelaleleri eğlenceli görünseler de huzursuzluk kaynağı olarak görülüyor. Pandemi sonrası insanlık, daha sakin su akışı, yeşillik, esinti gibi doğal veya doğala yakın olma özlemleri içerisinde. Jewel Changi’nin Rain Vortex şelalerinin hakkını vermeliyim. Tek kelime ile muhteşemler… Ama orada da aklıma takılan, yaratılan başarılı atmosferden ruhunuz bu kadar dinginleşince, acaba alışverişe ne kadar açlık duyabilir veya zaman ayırabilirsiniz?
Kısacası mimarların işi bundan sonra çok daha zor. Birçok disiplinle ve özellikle toplum bilimcilerle, ruh bilimcilerle proje başında çok teşviki mesai yapmaları gerekecek. Özellikle renovasyona gerek duyan alışveriş merkezlerinde. Son dönemlerde, Dubai’nin alışveriş merkezlerinin popülerliklerini yitirmelerinin nedenlerini sadece pandemiye bağlamamalıyız. Dünyanın en konforlu ve zengin mağaza karmalı alışveriş merkezlerine sahipler. Amma Velakin, kendi körfez ülkeleri insanları bile bu şaşalı, yapay binalara alışveriş için dahi gitme sıklıklarını çok azalttılar. Doğa, doğallık, farklı ve derinliği olan kültür zenginlikleri, güvenli macera ortamı arayışları onları seyahate yönlendiriyor. Yapaylığın artık kendilerine anlamsız geldiğini fark eden bu insanları alışveriş merkezlerinde mutlu etmenin yollarını yapay binalarda aramamalıyız. Alışverişe gelen hem yabancı misafirler hem de kendi yeni nesillerimiz doğal olanı istiyor ve dünyanın doğası için ne yaptığınızı sorguluyorlar. Uzun lafın kısası yeni nesiller bizim ön kabullerimizden farklı olarak; yarınlara bakacak, bizden sonrakilere de kalacak ‘yüzünüz’ olsun diyorlar. Ne diyelim? Krizler gelip geçecektir ama yarattıkları fırsatlar dahilinde geleceğin beklentilerine yönelik yatırımlar yapılmalı ve projeler bu avantajlı zamanlarda elden geçirilmelidir. Evet, pandemi var ama pandemiden sonrası da var…