Ana Sayfa Gündem Cumhuriyet hikayeleri: Doktor Anne

Cumhuriyet hikayeleri: Doktor Anne

İlham İnan Dündar

İlören, Sivrihisar
Anlatırlar ki, gençliğinde de zaten çok konuşmazmış… Devran dönüp de, yaşlanıp, bir köşede yalnız başına bırakılınca; kapısını açan konu komşuya, onların çocuklarına, köyün okumuş yaşlısı diyerek hatır sayıp ziyaretine gelen köy öğretmenlerine, kara tren istasyon memurlarına, pancar kantar memurlarının, ofis silo şeflerinin karılarına; yaşadıklarını anlatırdı… Bölük pörçük hafızasında kalanlarla… Lakin, anlattıkları öylesine anekdotlardı ki, dinleyenlere inanması zor, deli saçması konular gibi gelirdi… Ondandır ki, gel zaman, git zaman sonrası ‘Doktor Anne’ olarak bilinen “Goca Ana”nın lakabı densizlerin dilinde ‘Yalancı Bahtiyar’ olarak değişti ve öylece kaldı… Ellili yılların başlarında vefat etmesine rağmen hala 48 sahabenin metfun olduğu Sivrihisar köylerinde, konunun içerisinde inanılmayacak olan bir anlatı var ise, anlatandan için “aman be ne oolcek, Yalancı Bahtiyar, bilmen mi! ne dinlen” diyerek sitem ederler.

Doktor Anne, ve tüm o yaşanmışlıklar, dramı kadar yeri doldurulamaz iyilikleri barındırıyor; çaresizlikler içerisinde derman olup, deva sunmuş cumhuriyetin dev bir kadınını anlatıyordu…

……………

‘Biçer’den, traktör ile İlören’e vardık. Bizim köye yakın şimdilerde otomobille 11 kilometre… Yıl 1953, köy yeri, toplasan toplasan on, yirmi hanelik bir yer. Evi bilmiyoruz. Kahvehanenin önünde oturanlara sorduk. Çocuğun birini kattılar önümüze, eve vardık. Altı ahır iki katlı… Bizim Sivrihisar da ki ev gibi… Amma!.. inan olsun evde ne daya var, ne döşe var… Yer yer lime lime olmuş bir bacalı kilim üstüne atılmış çuha minderlerin üzerine bağdaş kurduk. Ah! Ah!… Doktor Anne bir gocamıştı ki sorma!.. Bir köşeden bir köşeye bebe gibi badıl badıl hareket ediyordu.
Turyağ vardı o zamanlar, yenile çıkmıştı, margarin. Bilin mi?.. Tavada onun içine iki dene yumurta kırmış, ‘yoldan gelmişiniz Zale, açsınızdır’ deyip, anama ve bana onu yedirdi. Heç aklımdan çıkmaz sesi… Hüznün ağırlığını taşıyarak anattı;

– ‘Kız Zaalem, eskin ki gibi değell, oraya buraya gidemez oldum, hastaya da varamıyom. Hem artık dohtorlarda çoğaldı. Beni kim netsin?’ dedi.

“Biz gibi, dermanının peşinde koşup gelene, derman oluyormuş. Artık daha çok, nazardan orasında burasında çıban, kabartı peydah olanlara gelincik keser; kaşıntısı artan, kırmızı kabarcıkları bulananlara üç çarşamba temre tükürür olmuş… Dur hele, nedii… Vardık Yalancı Bahtiyar’ın yanına, onu diceedim saaa…Levent ağabeyin iki aylık ya vardı ya yoktu… bebe ateşler içinde; bizimki de cahillik ama netcen… Sivrihisar gidemen! Bir günlük yol. Getsen, dohtor da yoh… Götürüp yatırdık önüne… Vıyyy daha ne oluyoruz demeden, ateşte korladığı usturanın ucu ile bebeğin alnını çızıttırıverdi… Bir yaygara kopardı ağabeyin sorma!.. Yer gök duydu. Amma inan olsun dönüp yola koyulduk; Biçer’e. Varıcaya ne ateş kaldı ne bağıran çocuk… Gıpır gıpır oynaya zıplaya döndü köye römorkun içinde… Meğerse ne bilem; son kucaklaşmamızmış Doktor Anne ile… senesine varmadı, vefat haberi geldi…”

. . . . . . . . . . .

Adapazarı Sakarya mahallesinde görkemli Harris Hall’un kocaman, çift kanat demir kapısının önünde, Reziye Hanım, kızına sıkı sıkıya sarılmış ‘illaki de gitmemiz lazım Köri’ diyordu. Yıl 1912, bilinen, sonraki adı ile Üsküdar Amerikan Kız Lisesi; okul o dönem, Adapazarı’nda eğitim veriyordu.

Köri, Annesi Reziye hanımın dediklerini anlayamıyordu… Neden buralardan göç etmek zorundaydılar?..

– ‘Yol uzundur be kara dutum, senin okulun var, burada güvendesin. Bize güvenli değildir, artık buralar, be guzum… Ah ah köri, bir biz değiliz; nerede ise tüm Adapazarı göçüyor. Hele sen bitir okulu, varırsın yanımıza sonra. Nasıl diyim yani, ne de olsa yabancı görürler bizi buralarda… Suriye hemen şuracığı…

Hıçkırıklar içerisinde kalan kız yutkunarak,

– ‘İyi ama bizde Müslümanız, bizde Türk’üz…babam öyle der ya hep!

-..!’ ‘Ne diim?.. gara dutum… biz başka başka büyüdük buralarda… Nii dii olsa yabancı görüyorlar bizi… Ader’e sarıl, Pateras’ı bir öp… öp ama Pateras’a sarılma, dayanamaz o…’

Son sarılıştı, bir daha ne anasına ne kardeşlerine ne de babasına sarılabildi. Kavuşamadılar…

Ermeni ve Rumların yoğun nüfusa sahip olduğu Adapazarı’ndan Suriye’ye ilk göçen kafilelerdi. Varabildiler mi?.. Yolda çetelere, eşkıyaya, kurda kuşa yem mi oldular?.. Hiç öğrenemedi, düğümlendi kaldı yüreciğinde… Henüz on beşinde idi….

İstanbullu Rum bir ailenin en büyük kızı idi; annesi Reziye, babası Hariagup olarak bilinirdi. Doğum tarihi 1897, babası bir defasında, iki yıl geç yazıldı nüfusa demişti, bir daha bahsi geçmedi. İlk göçleri okul nedeni ile Adapazarı olmuştu. Adapazarı’nın Rum sakinlerinin çoğu Müslümanlaşmış ve Türkleşmişti…. Babasının çokça akraba ve dostları vardı. Çoğu Türkçe isimler almıştı. Tıpkı kendi gibi; adı Bahtiyar. Babası güzel Türkçe konuşurdu ama annesinin şivesi İstanbul Rumcasını terk etmemişti, kelimeler yayıla yayıla ve ağdalı dökülürdü, ağzından. Kendisi de güzel Türkçe konuşur olmuştu; ayrıca, öğretmenleri, onun İngilizce Lisan başarısını da takdir ediyorlardı.

Yapayalnız kalmıştı… Geceleri hep ağladığını anlatırdı… İlk zamanlar zor gelse de zamanla alışmış yokluklarına… O yıl okul tekrar İstanbul Arnavutköy’e taşındı. İstanbul’a gelince kimsesizliğin hüznünü daha az hisseder oldu. Sürekli ders çalışıyor; ailesi ile ilgili endişelerini, merakını, özlemini bastırıyordu. 1912 Mayıs ayında, kızlar arasında haber kulaktan kulağa yayıldı… Teali-i Nisvan Cemiyeti yani ‘Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği’ tarafından ‘Sultanahmet civarında otuz yataklı bir hastane kurulmuştur.’ Bahtiyar’ı asıl heyecanlandıran dönemin ve bu toprakların ilk feminist hareketini oluşturan cemiyetin yardım ve hasta bakıcı kolunda Halide Edip’in görev almasıdır. Yollarının kesiştiği Halide Edip Adıvar, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden 1901 senesinde diploma alan ilk Müslüman kızdı ve Bahtiyar’ın okuduğu yıllarda okulun kız öğrencileri arasında efsane idi.

İlk karşılaşmaları, bu hastane koridorlarında olur. Bahtiyar’ın eğitimli ve gönüllü olarak görev alması, Halide Edip Adıvar’ın dikkatini çekmiştir. Halide, Hilal-i Ahmer ile hemşire olarak gittiği cephelerde Bahtiyar anneyi de hep yanına almıştır. Halide Edip, 1916 yılında Cemal Paşa tarafından Suriye’ye davet edilir. Bahtiyar için bulunmaz fırsattır. O da gider peşi sıra, gider de ne anne babasına ne de kardeşlerine ulaşabilir. Yer yarılmış, yok olmuşlardır, sanki…

1918 de birlikte Türkiye ye döndükten sonra Halide Edip Adıvar’ın desteği ile Gülhane Harp Hastanesi’nde göreve başlar. Cephelerde kulaktan kulağa yayılan ünü İstanbul’a gelmiştir. Cephelerden, Çanakkale’den gelen yaralı askerler ve hastanenin çalışanları onun gayretlerinden, şifa dağıtan ellerinden, sevgi dolu kalbinden çok sitayişle bahşediyorlardı. Halide’nin cephe arkası işlerinin yoğunluğu ile yolları ayrılmıştır; ama İnönü de Eskişehir de sahra hastanelerinde hep karşılaşmışlardır. Bahtiyar okuldaş olmalarının haricinde, Halide’yi öz ablası gibi hissederdi ve Halide’nin dik, erkeksi ve ona göre ele avuca sığmaz hareketliliğine hayranlık duyardı.

. . . . . . . . . . .

“Adam sıtmadan iyileşeli çok olmuş amma!.. Binbaşı doktor güçlü kuvvetli görüp, sedye taşır, malzeme getirir götürür, işlere yardım etsin diii, tekrar cepheye göndermemişti. Bu bem kii, koğuşlara gidip gelirken beni gözüne kestirmiş. Ha bire, laf çarpar durur bana.

– Hemşire Hanım, hemşire Hanım!.. Beem şuram ağrır!..’

– Hemşire Hanım, Hemşire hanım!.. Baaa bakmıcan mı?..’

Önceleri ses etmedim. Amma herifte dur durak yok. Gomutan duyacak görecek, irezil olucam…

Dayanamadım bir gün; şunun ağzının payını verim dedim. Dedim demesine de hani laf aramızda enine boyuna dalyan gibi de yakışıklı…

– Senin adın ne asker, nerelisin?’ Karşısında komutan varmış gibi selam çaktı. Edepsiz bağıra bağıra…

– ‘…oğlu Rıza, İlören Sivrihisar, emredin komutanım’ Aha şu bacalı kilimin kırmızısı gibi oldu suratısuratım. Bütün millet bize bakar. Şehadete kavuşacak ötedeki asker bile yatağından sıçradı, nerede ise. Ah!… Ah o zaman anamalıydım densizliğini ama… Gençlik var, gönül var; söz geçmez… Allah seni inandırsın, başka biri zirzopluk etse öyle usturuklu bir papara yerdi, benden de anca ‘sus bağırma, burası hastane’ diyebildim… Hemen ardından da ekledim. ‘Ben de Bahtiyar’.

Sıracalı, orta yerde ettiği maskaralık hani ya? Hoşuma da gitmişti… Ana yok, baba yok; yokluk, harp marp derken; kimseler, o güne kadar kara gözlerime bile bakmamıştı…”

“Yaaa Mükrümem, işte böyle yandım ben buna, hemi de ne yanma… Aslına baksan başımı sokacak bir ev, yanacak bir ocak olsundu, özlemim… Yaş geldi de geçmişti gelin olmaya, durdukça da güzelleşecekte değildim ya!.. Herif baaa dedi; evim var, tarlam var, çiftliğimiz var… Konuştu mu, bii güzel konuşurdu, kandım…”

Bahtiyar, hastaları gezerken, Sivrihisar’ın Biçer köyüne her uğradığında, işlerini tamamladıktan sonra soluğu doğruca çiftlikte hanımların yanında alır; evin hanımları ile Mükrüme, Sabiha ve Fatma ile sohbet ederdi. Bazen sohbet çok tatlı gelir günün karardığını fark etmezlerse; geceye yatılı misafir kalırdı.

Aralarında da en çok da yaşıtı olan Mükrüme ile sırdaştı. “Sağ olsun, Halide ön ayak oldu… Allah var! O pek istemedi önceleri; gözüm tutmadı bu adamı dedi… Sonra bana hak verdi, bizi baş göz etti…”

“Cumhuriyet sonrası Halide, Mustafa Kemal paşaya anlatmış beni. Gülhane’deyim o sıralar. Zaten Gazi Paşa da benim hakkımda iyi şeyler duymuş askerlerden… Yanış bilmiyorsam emir erlerinden biri de hastanede yatmış da ben bakmışım… Neyse, Paşam haber salmış. Halide ile beni huzura çağırır. Vardık, aman Yarabbim bir gördüm. Dizlerimin bağı çözüldü. Ben ki gaç gomutanın önünde çakı gibi selam durmuşum… Nutkum tutuldu. Hele o mavi gözler içime içime akar iken…” Bahtiyar her anlatışında burada soluklanır, gözlerini evin hanımlarının üzerlerinde gezdirir; onların heyecanlarını ölçümlerdi.

“Döndü baaa latife etti;

-Sende suyun öte yakasındansın!.. Sarma, fava bilirsin, sifilato yapabilirsin, arkasına da kaşık tatlısı?

O an, huzuruna eli boş vardığım için bi utandım! Ha di beem aklıma gelmedi, Halide’nin de aklına gelmemiş, Heç varılan yere eli boş gidilir mi?..”

Çoğunlukla oturdukları gezemekten avluda bağlı duran atı uzun parmakları ile işaret ederek;

– “Şu kadana var ya, şu kadana!.. Onun hediyesi, Macar Süvari Kısrağıdır…

Mustafa Kemal Paşamın… ‘Bununla, dağ deme, dere deme dolan git., bozkırda insanlara şifacı ol, doktorlara yardım et, ebelik yap, yanlışlara öğretmenlik et’ diye tembih etti, bana… Üstüne bir de bana maaşta bağlattı” Gazi Mustafa Kemal Paşa ile yaşanan bu merasimi rahmetli Halide Edip Adıvar ‘SES’ dergisine verdiği röportajda Türk kadın hareketinden bahsederken kısada olsa anlatmış ve ikisinin fotoğrafı yayınlanmıştır. Doktor Anne, Halide Edip ile olan kalbi bağları anlatır ama ne Suriye ne de 1926 da başlayan ve on dört yıl süren Halide Hanımın sürgün günlerinden bahsetmezdi. Aralarındaki iletişime ait mektup veya yazılı kayıt yoktur. Bu ilişkiye ait sadece efsane tadında Doktor Anne’nin ballandıra ballandıra anlattıkları vardır.

. . . . . . . ..

Rıza razı edip, nikahı basıp Bahtiyar’ı Sivrihisar’ın İlören köyüne götürdü. Cepheden cepheye gezen kadın ne ile karşılaşacağını biliyordu, bilmesine de insanın kendini kandırması, hele aşk haleti ruhiyesinde kolaydı… Savaş yıllarında yakılıp yıkılan Anadolu’nun her bir tarafında, tüm köylerinde olduğu gibi İliören köyünde de fukaralık diz boyu idi. Rıza’nın Bahtiyar’ı gelin getirdiği, her yeri dökülen tek göz kerpiç bir ev, iki adım bahçe ve Rıza Efendi’nin goca anasının iki üç tavuğu… Başka da hiçbir şeycikler yoktu.

Gazi’ye verdiği sözü tutmak; insanlara sağlık dağıtmak için gece gündüz demeden at sırtında köy köy dolaştı. Ev işlerine eli yakışmaz, pek de bilmezdi. Gerçi bu, Rıza efendinin işine geliyordu. Bahtiyar’ın maaşını aldığı gibi tarla tabana, ata, arabaya yatırdı. Cumhuriyetin ilk yılları toprak, tabir yerinde ise sudan ucuzdu. Ev iki göz, üç göz derken giderek büyüyordu. Yemekleri söylene söylene de olsa goca ana yapıyor, geline sofralık iş kalmıyordu. Bazı geceler, gelin uzak köylere gider oralarda yatar kalırdı. Bu gocaana için fırsattı, oğluna ‘a!.. Yiğidim, bu bööle olmaz. Saa demim diyom… amma, eve avrat lazım’ der dururdu.

O zamanlar şehirde bile doktor bir iki tane ya var ya yoktu. Bahtiyar, hemşire olsa da Sivrihisar hatta Mihallıçık köylerinde bile şifa dağıtıcılığı dilden dile, kulaktan kulağa ‘Doktor Anne’ olarak ünlendi, itibarı arttı. Her dermanına koştuğundan, ceplerinde para olmadığı için hediye olarak kap kap yemek, sepet sepet erzak gelmeye başladı. Bahtiyar kendini sevdirdikçe, köyün kızları, kadınları Rıza Efendi’nin Goca Ana’ya ev işlerinde yardıma koşar oldular, ev, avlu dip bucak temizlenir olmuştu.

Rıza zenginlemişti, sertliğinden az konuşmasından, sorana sorulana cevap vermediğinden köyde kasabada lakabı ‘Kazık Rıza’ ‘Kazıkların Rıza’ olarak anılır olmuştu.

Garibin neden şansı olur, beklenen beklenmedik gün geldi çattı. Uzun süredir yolunda gitmeyen ev huzuru için Bahtiyar kendi kendine için için kızıyor ama bir taraftan da adama hak veriyordu.

-“Kız Zale, netcekti herif. Ben dağda tepede kuzu ile kurt ileyim. Herife yar olup goynuna sokulmayalı çok oldu. Ben kurudum herifin soyu da kuruyacak. Eçim yandı eçimdeeee, yine de ‘heee olur, iyi olur dedim. Gocalık bile, o üstüme gelsin diye oğlunu fişekleyen anası dahi şaştı galdı” diye anlatmıştı. Güldürmek, taklitçi kabiliyetini göstermek için Sivrihisar şivesi ile konuşmaya gayret ederdi, konu komşu sohbetlerinde.

İyilik kalptedir… Karşılık beklemez; karşılık beklersen adı iyilik olmaz, menfaat olur… Sevgi de öyle, karşılık beklenmez; karşılık beklersen adı sevgi olmaz… Bahtiyar hem Kazıkların Rıza’yı öyle sevdi hem de çocuklarını… Ev işlerine yardımcı olmak amaçlı gelen Sultan, kısa sürede evinde sultanı oldu. Bahtiyar ile Rıza, Sultan kuma geldiğinden sonra bir daha hiç döşek paylaşmadılar… Sultan saygısını esirgemedi ve Bahtiyar’ı abla kabul etti. Sultan da eve geldiğinde on üç-on dört yaşında var, yoktu…

Maaş kesilmesin diye midir? Bilinmez, Rıza Efendi Bahtiyar hanımı resmî nikahından düşürmedi, Sultan hanımdan olan çocuklarda nüfusuna kaydoldu. Bahtiyar hepsini kendinden çocuklarmış gibi sevdi. Hastaya gittiği evlerde, cebine sıkıştırılan üç beş parayı; kendine verilen fakat Rıza Efendi’den gizli gizli sattığı öteberinin paralarını hep çocuklara harçlık etti, üstlerine başlarına harcadı.

Okumalarını çok istiyordu. Kızı ve oğlanları, İlkokulda Sivrihisar’a götürüp kalmaları için aynı zamanda okulun müstahdemleri olan iki yalnız hanımın yanlarına teslim etti. Bir sene rahmetli Rukiye annelerde kaldılar. Yine bir Biçer köyünde sohbetlerinde Doktor Anne ‘Zale, bunlar sizin çocuklar gibi değil, haylazlardı, olmadı. Senesine Rukiye geri saldı bemkileri’ diye serzenişte bulunmuştu.

Erkek gibiydi. İri yarı ve çok esmerdi. Sağlıkla veya Paşa’nın devrimlerine ya da eğitimle ilgili bir hak hukuk meselesi olduğunda tüm köy ağalarına diklenebiliyordu. Ata bindimi, koyu kahverengiye benzer giydiği pelerinin eteği, taa atın kuyruğuna kadar sarkar örterdi. Başını da hastanede öğrendiği şekilde hemşireler gibi türban şeklinde bağlardı. Birazda geçmişte okulda rahibelerin bağladığı şekle benzediği ve geçmişi ile ilgili tek bağ olduğu için bu bağlamaya özen gösterirdi. Geniş kesim, eteklere doğru açık ara pileli, diz altı etek giyerdi. Çok gururlandığı mavzeri omzunda, Kafkas hançeri belinde, siyah deri doktor çantası hep yanında olurdu.

Anam anlatıyor; ‘Geldi mi gitmezdi, kalkmayı bilmezdi. Anamla, dayımla, halamla çok iyi anlaşırlardı. Sadece babamla arası yoktu; o geldi mi kızardı. Ama babamı da bilmen mi? Rahmetli zati sevmezdi misafiri… Doktor Anne de aksine anamı pek severdi. O zaman sıtma vardı, verem vardı. Hasta pek çoktu. Saplıcan (Zatürre) vardı. Kadın evinde hiç durmazdı. Köyün birinde dii, haber alırlar; zorla Biçer’e yalvar yakar, getirirlerdi. Misal saa geliyor, seen hastanın başını beklerken, öteden haber gelir, aman pek genç, çocuk ölecek ya alır gelirler hastayı ya alır götürürler… Kadıncağız, doktor gibi sabah aşam at sırtın da gezer, dururdu. Her geldiğinde bizlere anadırdı; harpte yaralı veya diyem ki okuması yazması olmayan askerlerin mektuplarını şöyle yazardım, böyle yazardım. Onların pansumanlarını ben yapardım…’

Zenginlik de başa beladır, adamı yoldan eder… Geç bile kalmıştı, Kazıkların Rıza Bahtiyar, Sultan derken üçüncüyü de eve getirdi. Bu kez gelen gelin, Sivrihisar’dandır. Medeni kanun ‘26 da kabul olsa da Osmanlı’dan gelen alışkanlıklar özellikle erkekler lehine sürmektedir. Doktor Anne, Sultan ile paylaştığı evi bırakıp, ayrı eve geçer. Zaman değişmektedir, gelen gelin az sosyetiktir. İşe güce varmaz. Çiftlik işleri yine Sultan’ın üzerinden yürür. Köylü yeni geleni yadırgar amma ağa hanımıdır, ses edemezler…

Kazıkların Rıza artık ağadır. Ama köylü onu vefalı da bilir. Çünkü, Bahtiyar’a da Sultan’a da hep arka durur. Anadolu kadınının o dönemlerdeki hazin; sonundan kaçılmaz hikayesidir bu…

Rivayet değil gerçektir, 1934 de kadınların seçme seçilme hakkı kazanması sonrası aynı yıl yapılan seçimlerde İlören köyünden ‘Doktor Anne’ muhtar seçilmiştir ve Türkiye’nin ilk kadın muhtarıdır. (Bir önceki yerel seçimler 1930’da yapılmıştır. Ve o seçimlerde kadınların seçilme hakkı yoktu) Bahtiyar 37 yaşındadır. O yıllara göre, artık orta yaşlardadır. Rızası arka durmuş, köylüsü desteklemiş; onu genç cumhuriyetin bayrağı yapmışlardır. Tıpkı Halide’si gibi…

Her olayı, dönemi içerisindeki koşullar ile analiz etmek gerekir. Yargılamak gibi hakkımız yok; değer bilmeli, değere saygı duymalıyız…Rabbim bu hazin hikayede adı geçen ve tüm öte dünyaya göçenlere bol bol rahmet eylesin, iyiliklerinin suyu hürmetine Doktor Annemizin ve onların mekanlarını cennet eylesin… Onu şehitlerimize, gazilerimize yaptığı hizmetler için çok sevdiği Erzurum Şakayıkları içerisinde misafir eylesin… Doktor Anne’nin ön durduğu üveylik çocukları büyüdüler, iyi eğitimli, memlekete millete faydalı insanlar oldular; sağlık içerisinde olsunlar…

(Kabristanı, Eskişehir’in en büyük ilçesi Sivrihisar’ın İlören mahallesindedir. ‘Cumhuriyet’in ilk kadın muhtarı’ olarak heykeli bulunmaktadır. Mezar taşında ‘mühtediye’ yazar yani ‘başka dinden İslam dinine ihtida eden, geçen…) 100. Yılımız kutlu, bekamız sonsuza kadar daim olsun!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz